KENTİN OZANI (1)

KENTİN OZANI (1)

 “Şimdi o kente bilet kesmek seni sevmekten zordur.”

(Bu öyküde imgelerine yer verdiğim tüm şairlere, türkü yakıcılara şükranlarımı sunarım.)

Uzun namlulu çelik evlerden önce “Diyarbekir etrafında bağlar var.” idi. Şimdi bu evleri gördükçe fitil işler, yüreğimdeki yaralara.

İşte o bağ evlerinden birinin penceresinden seyre dalmıştım viran evin arsasında oynayan çocukları. Arsanın arkasındaki yoldan geçen at arabasının üzerine konulmuş üçgen panoda Yılmaz Güney afişi. Çığırtkan avaz avaz bağırıyor: “Bu gün saat ikide Dilan Sineması’nda Yılmaz Güney’in Zavallılar filmi gösterilecektir.” Arkadaşlar da daha önce söylemişlerdi: “Yılo’nun filmi gelmiş.” diye.

Cebime koydum liraları. Çıktım evden. Yola koyuldum. Ver elini Dağkapı. Yol üstü Seherlerin evi. Uzak uzak seviyorum bu kızı. Hani derler ya: “Ay doğar sini sini./Sevmişem birisini/Kılıç vursan boynuma/söylemem doğrusuni.” Benimkisi de aynı hikâye. Seher bile bilmez bunu. Mah cemalini göreyim diye vardım çaldım kapılarını. Kapı açıldı. Karşımda Seher. “Arpa orağa gelmiş/Zülüf(leri) tarağa gelmiş.” Bir seher yeli esti. Dalgalandı zülüfler. Aklım gitti. Sadece “Susamışam bir su ver.” diyip duracağıma türkünün devamını getirerek: “Ak gerdan damarından.” demez miyim? Kız bastı yaygarayı. Hanede kim varsa üşüştü kapıya. Yaygarayı duyan komşular da sökün edip geldiler. Pestilimi çıkarır artık bunlar. Seher durmuyor:

-Bu var ya bu…

-Bacım, dur.

-Ne duracağım. Bu kapıyı çalıp su istedi. Sonra da gerdandan alayım, dedi.

-Valla öyle demek istemedim. Ağzımdan kaçtı.

                Bereket versin yaşlı bir amca kolumdan çekip aldı beni. Kızın babasına da:

-Kasım Efendi, gençtir, etmiş bir eşeklik. Bu seferlik hatırıma affet. Gitsin yoluna.

Kızın babası bu muteber insanın isteğini başıyla olurlayıp kızını, çocuklarını içeri çekti. Amca bana dönüp:

-Evladım, var git yoluna. Bir daha böyle bir halt işleme.

Utancımdan daldaki nara döndü yüzüm. Bu yaşlı amcaya teşekkür edip elini öptüm. Ve oradan ayrıldım. Hani bir türküde: “Bahçada yeşil hıyar./Boyu boyuma uyar./Ben seni gizli sevdim./Bilmedim âlem duyar.” der ya. İşte âlem duymuştu, duyacağını. Bu utanç içinde Koşuyolu’nu geçtim.

Ofis’in girişinde Umut Kırtasiye vardı. Okula gidişlerimde çoğu kere kırtasiyenin önünde durup kartpostallarına bakardım. Yine öyle yaptım. Bu da birazcık olsun kafamı dağıtmamı sağladı. Kartpostallardan birinde bir genç, taze bir kızı öpüyordu. Ne ayıp şey!

Dilimde türküsüyle, Dağkapı’dan geçtim: “Dağkapı’nın taşları/Armudun ağaçları/Bu gün ben yari gördüm/Kıvrım kıvrım saçları.” Evet, bu gün yari görmüştüm kıvrım kıvrımdı saçları. Ama bana kıvrılan saçları değil, burnu olmuştu. Tıpkı bir zamanlar bu surların sevgilisi olan armut ağaçları gibi.

Film için vakit henüz erkendi. Yenişehir Sineması’nın sağındaki yoldan Fiskaya’ya gittim. Muratgilin bahçesi kayanın kenarında. Bahçe de bahçe hani. Dutlar dam boyu. Dallarda davetkâr karahübürler (karadut),kudurtur insanı. Çıktım duvara. Tırmandım karahübür ağacına. Doya doya yiyemeden çıkıp geldi Murat’ın babası elindeki “haydarla”.Yukarıya uzanan bir daldan çıktım Muratların damına. Adam da merdivenleri çıkıp geçti karşıma.”Muratgilin damından hoplayamadım./Liralarım döküldü toplayamadım.” Nasiplendim haydardan. Bir kuvvet, merdivenlere koştum. Bahçe duvarını aşıp Hevsel’e inen yola daldım.