Korkularımız bizi “küresel vatandaş” mı yapacak?
Son yıllarda artarak devam eden yaşamsal farklılaşma insan ilişkilerini homojenleştirdikçe gündelik hayattaki farklı bakış açıları da gitgide ve hızlıca kayboldu.
Büyük bir düşünce ve duygu bombardımanı altında kalan benliğimiz iyiden iyiye sarhoş artık. Ne düşüneceğini bilemeyenler “zombi toplum”un ilk tohumlarını oluşturdu bile. Biat etmek ruhsal huzurun mottosu olmuş durumda. Yüz yıl önce bir kişi ömrü boyunca en fazla bir veya iki cinayet veya felaketle karşılaşır iken şimdilerde her an en ağırını en yaygın şekilde görebiliyoruz. Kitle iletişim organları aracılığı ile tüm bunlar hayatın rutini haline getirilmiş durumda. Haber alma hürriyeti “felaket tellalliği” ile “insan mühendisliği”nin madeni haline getirilmişken ve insan aklı ile oyun oynanan bir çağda duyarsızlaştırılarak yaşıyorken "Sizin olmayan bir dünyanın ateşiyle aydınlanıp ısınıyorum" cinsinden sağ kalmak için reddediyor, görmezden geliyor, ötekileştiriyoruz birbirimizi ve sadece “ben” ile ilgilenen sığ bir dünyanın içine hapsediliyoruz. Bu bir KISKAÇ!..
Peki bu ne anlama geliyor?
Büyük Veba salgınında, veba, Tanrının insanlığa yağdırdığı bir bela olarak nitelendirilmiş ve kurtuluşun cennete gitmek olduğu kabul görmüştü. Yüz yıl önceki İspanyol gribinde salgın bir şanssızlık, makus talih olarak algılanmış ve kadere yorulmuştu. Oysa dünyayı kasıp kavuran şu içinde bulunduğumuz son büyük salgın ile ilk kez dinden değil, bilimden medet umar olduk. Bu ilginç bir gelişme.
Aşı çıktı çıkmadı, geldi gelmedİ, bize de düşer mi düşmez mi derken ne cennette aradık kurtuluşu ne de kadere bağladık yaşananları. Tüm bu gelişmelere yakından bakıldığında bu kadar geniş bir insan kitlesinin dünya tarihi açısından ilk kez bilime bu denli yakınlık duyduğunu söyleyebilirim.
Yere çömelemeyeceğiniz denli dar bir koridorda hiç oturamadan ayakta kalmış mahkumlar gibi yorulduk dik durmaktan ve son bir yılda salgının yarattığı psikoloji karşısında iyiden iyiye güçsüz, aciz benliklerimiz.
“Ben” kelimesinin o kadar da yüklü bir anlamı olmadığını düşünenlerin sayısı giderek artmış durumda. “Sen kimsin?”, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”cuların sayılarında da hatırı sayılır bir artış olduğunu söyleyebilirim.
Eğitimli kitlede “Yeter artık, yaşayalım!” sıkıntısı daha çok dışa vurulmuşken sadece kadının ayakta kalma mücadelesinin tarihini bilmek bile bu kitle için umutsuz olmamaya yetiyor aslında. İnsanın iki ayakları üzerinde yürüyebilmesinin kırk, elli bin yıllık tarihi seyri içerisinde neredeyse tek bir tür olarak yükselen insanlığın korkularıyla yüzleşmesinin ve bencilliğinin sonu gelmiş olmalı.
Korkularımız bizi “küresel vatandaş” olma yolunda tam bir kıskaca almışken, devletlerin küresel felaketlere hazırlıksızlığı ulus devletlere bakışımızı değiştirmeye başlarken beceriksizce yönetilen pandemi politikaları tüm dünyada insanlığın katlinden kimi sorumlu tutacağımız belirsizliğini oluşturduğundan beri sürüngen beynimiz bilimden medet umar oldu. Bu istenen şey miydi yoksa doğal yollarla mı gelişti sorgulamasına hiç girmeden çok basitçe; tüm devletlerin birleştiği, savaş bütçelerinden yüzde beş ayrılarak herkesin maaşlarını alabildiği, yedirilip içirildiği, borcunun ödendiği, iş-tüketim-eğlence ihtiyaçlarının karşılandığı yeni bir dünya düzenine yaklaşıyor muyuz yoksa?
İnsan evladının kadim korkusu ölüm karşısında sakın tüm bu yaşananlar insanlığı tek çatı altında toplayarak doğanın intikamını almasına olanak sağlayacak bir dönemin kapılarını aralıyor olmasın?
Doğanın dengesi içinde birbirimize ihtiyacımız olduğunu bilerek tüm bu kötücül kıskaç içinde dahi yaşamın ne kadar renkli, güzel ve mucizevi olduğunu unutmadan yaşamak gerek. Tarıma başladığımızdan bu güne yüzlerce yıldır kendimizi en tepede hayvanların üstünde görmekten insanlığımızı arar olduk. İnsan kimdir, ne ile yaşar iyice bir sormak, düşünmek lazım. Kıskacın iki yanı var: av mısın avcı mı? Bunu da sor bakalım insanlığına!
Selam, sevgi...
Fatma Şimşekoğlu Terzi