Aslında geç kalınmış bir girişim!

Ülkemizi geçiş noktası olarak kullanıp, yaşam hakkı amacıyla başka ülkelere geçmek için sığınmacı statüsündeki tüm yabancı uyruklu insanlara sınır kapıları çoktan açılmalı idi.

Çünkü 4 milyondan fazla bir insan kitlesine, gururla söylüyorum, misafir muamelesi yaptık ve insan oldukları için sahip çıktık. Kalacak yer başta olmak üzere iş imkânları tanıdık, karınlarını doyurduk ve aramıza karışmalarını benimsedik.

Ödülünü ilahi huzurda alacağımızı bildiğimizden dolayı inancımızın ve değerlerimizin gereğini yapmaktan kaçınmadık. Ama bu bile yetmiyor, çünkü yaşam standartlarını tutturmak ve eğitim-öğretim başta olmak üzere diğer insani ihtiyaçları sınırsızca sağlamak kolay değil.

Iraklı Peşmergelerin 1989-1991 döneminde iç savaş nedeniyle ülkemize, özellikle Diyarbakır başta olmak üzere bazı illerimize yaptığı göç dalgasının, sonradan ülkelerine dönmeleriyle son bulmasını unutmadık. Ölüm korkusu ile katliamlardan, yakıp-yıkmalardan kaçan yüz binlerin sığınma yuvası olmuştu ülkemiz. Tıpkı merhum ÖZAL döneminde 1985-86 yılında kucak açtığımız Bulgar soydaşlarımız gibi…

Ne varsa kendi vatanında ve kendi toprağında var. Kendi kültürün, kendi insanın, kendi kimliğin, kendi benliğin ve en önemlisi yaşam alanların! Farkında olmayanlar iradelerini sorgulamaya geçebilirler. Ölüm ile kendi varlık sebebin olan değerleri kaybetme k ve yozlaşmak arasında pek bir fark yok.

Çünkü göçmen Suriyeliler, Afganlar ve diğer etnik unsurların ülkemizdeki misafirlik hali istenen veya amaç edinilen bir yaşam alternatifi değil.

Öleceksen toprağında öl ya…

Sığıntı olmak ya da karşıdan merhamet içerikli korunma talebinde bulunmak zordur. Kendimizi yerlerine koyarak ölüm-açlık arasında hayat bulmaya çalışmanın ne anlama geldiğini düşünmek daha da zordur.

Sığınmacı dalgasına kapılarak göçmen pozisyonuna düşmek kadar kötü bir kader olabilir mi?

Ayrıca bu sorun sadece ülkemizin değil, dünya insanı olma bilinciyle Batı ve Uzakdoğu ülkelerinin de sorunudur. Sağlanması gereken maddi kaynakların karşılanmaması bir yana, Türkiye, misafirimiz olan göçmenler için kurtuluş yuvası olmaya hala devam ediyor.

Çok önceleri yapılması gerekeni yapmaya başladık. Avrupa ülkelerine ulaşılması amacıyla göç rotasının hareketlenmesi sağlandı. Acısı, yükü, sıkıntısı yaşanmadan bazı şeyler anlaşılmıyor ve Avrupa ülkeleri bahsettikleri insani haklar ve demokratik hayatın ilkelerine bağlılık ve yürütme uygulamalarını sözde değil, pratikte göstermenin sınavını vermek zorundadırlar.

Bu yüzden Yunanistan başta olmak üzere sığınmacı-göçmenlerin geçişini ve yaşam haklarını kullanmalarına silahlarla engel olmanın ne manası var?

Yüzyılların medeniyet beşiği olma iddiasında olan ülkeler bu zorlu sınavdan alınlarının akıyla çıkabilecek mi bakalım?

Dünya insanı olma ve etnik farklılığı kenara bırakma iddiası ile insani değerleri gözeterek mağdura-mazluma kucak açmanın arasındaki ince çizgide milyonların nüfus hareketine yol vermenin zamanıdır.

Çünkü ölüm ve açlığın çaresi yok. Tek çözüm sahiplenme ve kaynakları eşit kullanma haklarını benimsemektir. İnsanlık dersi vermenin ya da insanlık dersi almanın sahnesinde aktörlerin tavrı ne olacak dersiniz?