Zaman denilen olgu hiçbir gücün tekerinde değildir. Bir tapınak yazısında şöyle denilmiştir. “Zaman nedir? Zaman Tanrı’nın ne-fesidir.”
Zaman rüzgâr misali bedenimizi sarmıştır;
Şuan hemen şimdi bir an düşün:
İçinde bulunduğun anın hesabını kendi ömründen öde!
Hıı?
Anlamadım?
Ne demek istedin?
Değil mi?
Gördün mü?
Anlık sorgulama insanı nasıl da sersem ediyor. Tabiri caiz ise ruh ile beden arasında bir “gej” fırtınası oluşuyor.
Hadi sonra devam ederiz. Bakın aklıma ne geldi sosyal medyada paylaşılan bir bilgiyi anımsayıp paylaşmak istiyorum.
“Bazı şeyler hiç geçmiyor.
Bazı acılar,
Bazı yaralar,
Bazı yaşanmışlıklar.
İçinde kalıyor, bir yerlerde duruyor yer, zaman, mekân ayırt etmeden hep seninle ve canını yakıyor. Ne halden anlama, ne biraz olsun kibarlık var, biniyor da biniyor tepene adabı muaşeretten nasibini almamış acılar.
Geçmesi gereken o kadar çok şey var ki! Mesela zaman, mesela geçmiş ama dönüp bakıyorsun ne zaman geçmiş ne de “geçmiş.” Oysa nefes almaya ihtiyacın var; Atmosfere de taşınsan kar etmiyor, geçmesi gereken “geçmiş” bir türlü geçmiyor ve düğümleniyor boğazına nefes aldırmıyor. Mutluluk diye bir şey yok bence! Mutlu olduğuna inanmak var. Bir de ümit etmek var. Ve iyi ki var. Yoksa hiç iç açıcı değil “elimizde kalan dallar” ve onca iyi niyetimize rağmen avucumuzda ki kocaman-kocaman “sıfırlar!” Hani sıfır etkisiz elemandı? Madem öyle; hayatımıza nasıl bu denli etki edip, hayal kırıklığı yaşatıyor gözümüzde “sıfırlananlar.”
“-Neyse… Üzülebiliriz, kırılabiliriz ama hiçbir zaman yenilgiyi kabul edip; sendelememizi bekleyenleri güldürmeyeceğiz. Anlaştık mı? … Duyamadım. Anlaştık mı? Hadi kahve içelim”.