Musyan’a topraklı, yokuşlu bir yoldan ulaşılırdı. Çoğu bahçeli,kerpiç evlerin arasından geçerek Lové Kuçı denen yolun solunda kalan Hasanuların evine varırdık mahalde en çok sevdiğim iki yer vardı. Biri Dedem Fettah’ın bahçesi, diğeri de Hasanuların yani Saliha Halamın eviydi. Tipik bir Musyan evi. Evin altında yirmi dört saat, belki bir asırdan fazladır hiç durmadan, dinlenmeden akan yorgun, yaşlı çeşme, suyunu hemen yanı başına kazılan sulama havuzuna akıtırdı. Havuzun müdavim sakinleri kurbağalar, hep vıraklar, bu seslere tavuklar eşlik eder, evin köpeği,eşeği bir vukuatın olduğunu sezmişler ki onlar da koroya katılırdı.Havuzun başında yaşlı dut ağacının yanında küçük bir erik ağacı vardı.Evin kapıya bakan tarafında erik,elma,kayısı ve dut ağaçlarıyla dolu küçük şirin bahçe.Bahçenin dibinde çalılık şeklinde bodur incirlerin olduğu tepeden ova bir renk tayfına dönüşürdü akşam gün batımında. Çır’a, oradan diğer köylere uzanan toprak yolun sağında Kıl Aleb’in eteğinde dedelerimizin, nenelerimizin yattığı harabe halinde bir mezarlık vardı. İncirliğin oradan baktığımda bunların yanı sıra köyün altındaki ışıklara bürünmüş ovayı, uzaklarda Murat nehrini, nehrin arkasından yükselen dağları ve daha uzaklarda, en uzaklarda Şerafettin dağlarının dorukların görürdüm. Bu doruklar çoğu zaman, hatta yaz aylarında bile karlarla kaplı olurdu. Beyaz doruklar pamuk başağından dökülmüş ak pamuğa benzerdi. Tepenin altında Dayım Eşref’in ağılının önünden köyün içine uzanan patika yoldan bu akşamüzerleri yaylalara çıkanlar, tarlasından evine dönenler, beriden gelen genç kızlar geçerdi.
Bazen aşağılardan Sıtkı Amca’ya seslenenler olurdu.”Sıtkiiiii ! Şıma cuweyı se ked,ne qedya? (Sıtkı harmanı ne yaptınız, bitmedi mi?) Sıtkı amca gür, biraz da çatallaşmış sesiyle:” Tay men, sıba qedenu.(Az kaldı. Yarın biter.)
Sıtkı Amca beni, kardeşim Ali’yi, diğer çocukları bazen “meşunı” denen dövene bindirirdi. İki yaşlı öküzün daire şeklinde dizilmiş, kurutulmuş buğday demetlerini n üzerinde çektikleri dövene binmek en keyifli işlerdendi. Sıtkı amca öküzleri yürütmek için o karakteristik sesiyle bağırırdı:”Hoo,hoooo! Demérad!”Döven döner, biz dönerdik. Bazen dövenden, samanların içine yuvarlanırdık. Her tarafımız saman olurdu.Bu oyun gece koyulaşana,gökyüzünde yıldızlar belirene kadar devam ederdi. Annem yukarıdan, Sayrek’teki evimizin balkonundan eve dönmemiz için seslenirdi. Ben yukarıya: ”Dayé çerçi numyı.” (Anne, çerçi gelmedi.” Diye seslenince, annem: “Tove né ben lajmın, sıba yenu.”(Bir şey olmaz oğlum, yarın gelir.” derdi. Eve gitmeden akşam olmasına, gelmeyeceğini de bildiğim halde son bir kez daha incirliğin oradan köyün içine kıvrılan yola bakardım. Bu gün de gelmemişti çerçi. Oysa bir aydan bu yana onlarca ağaçtan topladığım kuru reçineler evde bir torbada çerçiyi bekliyordu. Çerçi gelecek ya. Ben çerçiye bu reçineleri vereceğim. O da bana güzel şeyler verecek.
Çerçi de geleceği zamanı iyi bilirdi. Yaz günleri yerini güzün serin günlerine bıraken, harman yerleri kurulur, biçilen buğdayların harmanları yapılır. Tınazlar savrulur, buğday taneleri ve saman ayrılır, daha sonra bulgur kazanları kurulur, bulgur kaynatılırdı. Kazanlar dedemin bahçesinin altındaki alana(Vér çır) kurulur. Bulgurlar kaynatılıp, kurutulduktan sonra yine buradaki dibeklerde dövülürdü. dibek dövmek öyle her baba yiğidin harcı değildi. Önce kuvvetli olacaksın, sonra seri. Taşan bulgurları dibeğe atan kadının da çabukluğu önemli tabi. Maazallah savrulan tokmaklar ellerine gelebilir. Dut, erik, elma, kayısı, armut kurutmalıkları bitmiş, cevizler toplanmıştır. Yani çerçiye verecek birçok şey var. Malum çerçiyle alış veriş takas yöntemiyle yapılıyor. (Devamı Yarın)