“İdeal despotluk mağdurların cehaletle kendi kendilerine zulüm uygulamaları şeklinde ortaya çıkar. O yüzden en mükemmel köleler gaflet ve coşkuyla kendi kendilerini köleleştirenlerdir.” Dresden James
Toplumsal çürümenin en bariz göstergelerinden biride gündelik yaşamda süreklileşen ahlaki ve vicdani değerler yitimini kanıksamaktır. Suç patlaması, eşitsizlikten doğan karamsar hoşnutsuzluk, monoton hayatın tekdüzelliği birleşince ve buda kadına yönelen her türden eril şiddetle özdeşleşince toplumsallık kendiliğinden çürüyor.
Toplumsal vicdana karşı işlenmiş suçlardan insanları arındırmanın yol ve yöntemlerinden biride tarafsız ve hep tetikte olan demokratik refleksleri kamusal alanda dahada geliştirmektir. Ruhun kırılmışlığı ve boyun eğdirilmiş bir insan yığınsallığını yaratma gafleti ilk önce sahiplerini bir bumerang gibi vurur. Demokratik ve etik toplumsal zihniyet dönüşümleri şart.
Bireyin iradesine el koymayı amaçlayan despotça yöntemler ve yönelimler o toplumu cüceleştirir ve asla yüceltmez. Zulme karşı toplumun demokratik iradeleşmesini ve bilinçlendirme kapasitesini arttırmak gerekiyor. Yoksa sosyal ve kültürel açıdan yozlaşan ve işlevsizleşen kent toplumsallığının geleceği cehennemi aratmayan bir karanlığa gömülür.
Toplumsallığa dair vicdani duygular etiği kendisini toplum belleğinde canlı kılmışsa caydırıcı bir ilkeselliğe ulaşır. Kendisini yadsıyan bireyler ve toplumlar öz değerlerine karşı utanç verici bir yabancılaşma yaşarlar. Stockholm Sendromu artık bu yabancılaşmanın yaşandığı her yerdedir.
İnsanın düşünsel ve ruhsal olarak kendisiyle ve yaşadığı toplumsal gerçeklilikle yüzleşmesi, yaşamı cehenneme çeviren paradokslar ve ironik çıkmazlardan çıkışında etkin yollarından biridir. Vicdan ve düşünce kantarı etik dengeyi bulduğunda yaşama dair özgürlük düşleri yeniden yeşeriverir.
Zaman kavramını ortadan kaldıran kaygan yargısal saydamlıklar zayıf bir toplumsal belleğe yol açar. “Ruhsal duyarlılığı, bilgisel derinlikle keskinleştirmek.” gerek diye bizleri uyarır düşün insanları. Yaşadığımız kentin sert sosyal ikliminin gerçekliliklerine katlanmak güçlü vicdani sorgulamalar gerektirir. Bilinç yaratan vicdani farkındalıklar böyle ortaya çıkar kamusal alanda.
Bunca yüzeysel teknolojik ilerlemeye rağmen bu çağ vicdani olmayan bir barbarlığın cehalet çağıdır. Bu ahlaki ve vicdani cahiliye çağına inat hakikat, İpek Er’in gözlerindeki masum adalet istemidir vicdanlarımıza haykıran ve bize insan olduğumuzu hatırlatan. Sahi vicdani sorgulamalardan yoksunsa nedir ki insan?
“Serzenişten,sızlanmaktan, lafazanlıktan öteye geçemeyen hepimiz için güncel perspektif; Hiç bir kötülük,kötülükten söz ederek son bulmamıştır.” (Adorno)