Bu yazının ana fikri olan kent teriminin içinin doldurulması için elimden geldiğince yalın ve anlaşılabilir bir dille anlatmaya çalışacağım. Kent sözcüğünün üzerine bir kitap yazılabilir.
Kent ne demek? Kentli olmak ne demek? Ve Kent kültürü ne demek. Gibi soruların yanıtlarına en son Kent ile Şehir arasında ne gibi bir farklılık var? Bir şehrin kent olabilmesi için en önemli dönüşüm ne olmalı? Sorusuyla sonlandırmaya çalışacağız.
Kentli olmayı tanımlayabilmek için insanoğlunun ilkel çağlardaki yaşam biçiminden günümüze kadar ki geçirmiş olduğu evrelere bakmamız lazım. Hep denilir ya insanın temel ihtiyaçları beslenme, barınma ve sağlık. Bana göre bu temel ihtiyaçların önem sırası yazdığım sıralamayla önem arz etmekte. Bu temel ihtiyaçların ilk çağlardakiyle günümüz yaşantısı arasında korkunç bir farklılık arz etmekte. İlk insan doğada hazır olan gıdayı tüketir, basit sazlıklarla bir barınak yaparak kendini hem doğa olaylarından hem de vahşi tehlikelerden korur. Birde bu iki temel ihtiyacın sağlanmasıyla yaşayacağı süre boyunca sağlıklı kalma mücadelesi verir. İnsanlar doğa olayları karşısındaki çaresiz durumdan ötürü olabilecek tehlikelere karşı toplu yaşantıya geçme zorunluluğuna ilk adımını atma mecburiyetinde kalmıştır. Bu toplu yaşam biçimi bireylerin farklılıklarından kaynaklı kendini kabul ettirmeyi istem dışı kendini dışa vurmuştur. İnsanın geninde saklı olan uysal, huysuz, agresif , sinirli, hırçın............vb ruh halleri bireylerdeki ilk farklılıkların görülmesine neden olmuştur. Bu kişiliklerin barındırdığı çelişkinin sonucu ise ortak yaşam kurallarının oluşması zorunluluğunu getirmiştir. Buraya kadar insan anatomisinde var olan karakterlerin sonucuna değindik. Birde en önemli olan yaşam kültürünün oluşmasına sebep olan inaç meselesi. Dini inancın insan hayatına girmesiyle beraber daha kati ve ihlal edilmemesi gereken kuralların yaşamımıza girmesine neden olmuştur. Tabi inancın paralelinde gelenek ve görenek dediğimiz atalarımızın koyduğu ve her toplumda farklılık arz eden kurallar zincirinin oluşmasıyla karmaşıklaşan yaşam stilleri kendini iyiden iyiye hissetmesine neden olmuştur.
Bu toplu yaşam alanların artmasıyla beraber yaşamın kaynağı olan yerküreye oldukça zarar vermeye başladık. Yerkürenin tarıma elverişli alanları inanılmaz derecede tahrip edilip imara dönüştürüldü. Kendi mecrasında akan tatlı su kaynaklarının önüne inanılmaz yükseklikte setler oluşturup ömrü en fazla yüz yılla ölçülen devasa barajlar yaptık. Bu barajlar ömürlerini tamamladıktan sonra geriye çok yüksek miktarda silt tabakası devasa bataklık alanların oluşmasına neden olacaktır. Bu alanlarda bin yıllar boyunca nadir bitki örtüsü yeşerecektir. Batman çayının devamı olan tatlı su yatağının önünde yapımı devam eden Ilısu Barajı'nın bir yerleşik yaşama vereceği olumsuzlukları tahmin etmek oldukça güçtür. Bu baraj yatağındaki yerleşim alanında kalan insan sayısı 60.000'nin üzerinde. Bu insanlar istem dışı göçe maruz bırakılacaklar. Planlı bir yer değişikliği olmayacağından hem kendi kültüründen uzakta olunacak hem de gideceği şehirlerde kültür çatışması yaşayacaklar. Bu insanların en çok göç edeceği yerlerden bir tanesi Batman olacak. Bu şehir ne altyapısıyla ne de üst yapısıyla bu göçe hazır vaziyettedir. Zaten bu bölgenin en büyük problemi olan köy yakmalardan ötürü bir sürü aile yerinden yurdundan edindi. Bu ülkenin her noktasına istem dışı plansız göçler olduğundan bireyler çok ciddi kültür yozlaşması ile karşı karşıya kalmaktalar. Aynı şekilde tarıma elverişli alanlarda yaptığımız yapılaşmalardan ötürü çok verimli alanlarımızı betonlaştırdık. Dünyanın en iyi pamuğunun yetiştiği Batman ovasının en verimli toprağının olduğu yere Batman’ımızı kurduk. ve genişletmeye devam ediyoruz. Bir dönem Batman valisinin Batman’a yapımı düşünülen toplu konutların yerini biz sivil toplum kuruluşlarına sorduğunda o dönem oda temsilcisi olmam nedeniyle Batı Raman eteklerini önerdik. Bu alanın tarıma elverişsiz, zemini sağlam ve altyapısı barındırdığı doğal eğimden ötürü kolay gibi bilimsel gerekçeleri sunarak önerdik. Peki toplu konutlar nereye yapıldı Tilmerç diye bilinen tarıma en elverişli noktaya yapıldı. Bu kararın altında imzası bulunan her şahsın bir nevi insanlık suçu işlediğini biliyoruz. Benim doğa ile ilgili ön görüm şudur; ‘’Doğayı hafife almayın ondan saniyelik aldığımızı sabırla yüz yıllar boyu geri almasını bilir. Ama bizden geri alırken nesiller boyu yaptığımız tahribatı hastalık olarak bize iade eder.’’ Doğaya verdiğimiz tahribata değinmeden edemedim. Konumuz olan kentleşmeye dönersek.
Yukarıdaki paragrafta gerek ekonomik, gerekse sosyal paylaşımdan ötürü yığınla bir araya gelen bu insan topluluğu metropol denilen bu şehirlerde en iyi nasıl uyum içinde yaşar dersiniz ? İşte yanıtı; Birincisi şehirleri Kent yapmak. İkincisi bu kentlerde Kent Kültürü oluşturmak.
Kent ne demek? Bir şehre kent diyebilmek için o şehrin kaldırımları ile yolları arasındaki kot farkının bir basamaktan fazla olmadığı ve tüm yürüme yollarının engelsiz bir durum sergilediği toplu yerleşim alanına kent denir.
Kent kültürü ne demek? Kent kültürü gelenek ve görenekleri farklı, değişik kültürlerden gelen kişilerin, bireysel hak ve sorumluluklarının bilincine vararak, yaşadıkları kente özgün görgü ve nezaket kuralları çerçevesinde bir arada yaşama kültürüdür.
Demek ki bir yerleşim alanına kent demenin çok ciddi sosyolojik, kültürel ve doğru bir yapılaşmanın ortaklaşmasıyla oluşabileceği sonucu çıkmakta. Peki dünyada kaç yerleşim alanına kent diyebiliriz dersiniz. Bunun da yanıtı o ülkenin genel anlamda demokrasisinin gelmiş olduğu noktaya bakmak lazım. Birde toplum içinde yaşayan bireylerin ön yargısız, hümanist bir yaklaşıma sahip olması gerekir. Esas önemli olan bu sosyolojik yaşam tarzının en önemli sonucu toplumda oluşan kent kültürüdür. Siz kaldırımları engelsiz, yapılaşması düzgün bir yerleşim alanı yaratabilirsiniz. Ama bu mekânlarda yaşayacak insanları zorla kültürlü yapamazsınız. Bu kültürün oluşmasının esas öğesi eğitim, hoş görü ve gelişmiş bir dünya görüşüdür. Yani o şehirde yaşayan her türlü farklı etniğin ve inancın ötekileştirilmeden yaşayabilmesinin önünde engel olunmamalı. Bu etnik ve dini farklılıkların sayı çoğunluğuna bakmaksızın kendini rahatça ifade edeceği, kendi değerleriyle yaşama şansı, kendi ana dili ile okuyup yazma hakkı ve her kesimin kendi inancını rahatça yerine getirebileceği dini ibadethaneler olmalı. Bu bir ütopyamı bilmem ama bence insanlığın varması gereken en doğru yaşam biçimi budur. Batman özeline değinecek olursak; Biz bu kent ve kent kültürünün neresindeyiz dersiniz. Bence Kent ve Kent Kültürünün çok uzağındayız. Bu şehrin bir ana caddesinin (Diyarbakır Caddesi) düzenlenmesi ile sadece kent tanımının prototipini oluşturmuşuz. Acaba bir gün şehrin geneli bu altyapıya ulaşırmı dersiniz bilmem. Ama bu şehirde yaşayan farklılıkların farkında mıyız acaba o tartışılır. Herkes bu şehirde Müslüman mı dersiniz. Ya da herkes Kürt müdür dersiniz? Yâda herkes Sünni midir? Bu şehirde yaşayan başka dinden insanlar; Hristiyan, Yahudi ve ya Ezidi yok mudur? Peki, neden var olup olmadığını bilmiyoruz. Çünkü bu farklılıklara tahammül anlayışımız yok. Oruç ayında herkes oruçluymuş gibi davranır. İnancı yaşama biçimimiz kulla kul arasında şekilci bir hal almış. Aslında bütün inançlar kulla yaratıcı arasında olduğunu yaratıcı vurgulamıştır. Ama maalesef insanımız bunu Allah korkusundan çok eş dostum ne der anlayışıyla kendisine biçtiği misyonun derdindedir. Hal böyle olunca ortak yaşam alanlarımızda bırakın farklı dine mensuplar arsındaki farklılıklara tahammül aynı dine mensup bireylerin bile kendi arasındaki farklılıklara tahammülü yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla Kent Kültürünü benimsememizin temel anlayışı bu farlılıkları kabul etmeyle hoşgörülü davranmadır.