01 Ekim 2024 Salı
Bazen bir isim bir dava için çok şey ifade eder, bunlardan biride Hasan Nasrallah’tır o Lübnan da ki Şii Hizbullah hareketi için çok şeydi, bu İsrail’i çok korkutuyordu, tabi iki bu direniş Nasrallah’ın ölümü ile bitmeyecek, fakat kısa bir zamanda bir çok liderini suikasta kurban veren bir hareket için büyük bir darbe olacak.
Bu suikast bizlere üç şey gösterdi.
Birincisi İsrail’dir, hakim güçler her zaman kendilerine karşı oluşan bir direnişi başsız bırakmak isterler, bu onlar için değişmez bir kuraldır, çünkü herhangi bir harekette lider kadrosu çok önemlidir, hele Nasrallah gibi karizmatik bir lider, düşmanının uykusunu kaçırıyordu. Çok kısa bir zamanda kendi düşmanının bu kadar çok liderini yok etmek, Orta Doğuda para için her şeyin yapıldığı bir yerde İsrail için istihbarat ne kadar kolay olduğu ortadadır. Bu İsrail’in moralini çok yükseltir, kariyeri düşen Netanyaho’ya bir sürede olsa itibarını geri verir.
İkinci boyut Nasrallah’ın öldürülmesini sevinçle karşılayan, bölgedeki halkı Müslüman olan devlet ve örgütlerdir, bunların başında daima İran’a mesafeli olan Körfez ülkeleri gelir, birde İşid, Elkaide ve Bışar rejimine karşı çıkan muhalefetteki silahlı guruplar, bu muhalifler 2013 yılından itibaren Hizbullah’ın Suriye de saha çıkması ile aralarında çok şiddetli çatışmalar oldu, Muhaliflerin başarılı olmamasın da Nasrallah’ın rölü çok büyüktür.
Üçüncü ve mide bulandırıcı İran faktörüdür, İran 1980 devriminden sonra, ülkelerinde Şii nüfusu barındıran Arap ülkelerinde hep bir kabus odu, uykularını kaçırdı, kendileri görünürde ama müdahil değil vekalet savaşı ile Araplara çok şey kayıp ettirdiler, şimdide Filistin ve Lübnan, onlara silah verir, destekler, ateş hattına atar, fakat kendisi arkada durur, kışkırtır, söylemlerin arkasında değil. İsrail’in kendi evlerinde Misafirlerini katletmesine mani olamıyorlar.
İran boş boş naralar atar, bir şey yapamaz, sadece vatandaşı olup Şii olmayan, Beluciler ve Kürtlere jilet gibidirler, yılda en az üç veya dört bin insanlarını vinçlerle idam eder.
Şöyle bir düşünelim yakınında bir şehir yok, gurbete gitme imkanın yok, köydesin arazin yok, köylüsün hayvanın yok, çoluğun var ve senden ekmek beklerler, o zaman sana bir yol var, o bulunduğun yerde ya rençperdik yaparsın, yada birilerine yaslanırsın, yada köylünün hizmetini yaparsın yanı hayvanlarını güdersin, işte bunun adı Çobanlıktır, ve kadimi bir meslektir.
Büyüdüğüm Tılmerç köyü,1960 li yıllarda yüz haneye yakın bir aile yaşardı, bu köyün iki adet koyun sürüsü, iki adet Kuzu Sürüsü, Bir adet Büyükbaş hayvan sürüsü, birde Buzağı ve eşeklerden oluşan bir sürü vardı, her sürüye iki kişi lazımdı, buda On iki kişi demektir, yani yüz hanelik bir köyde çobanlıkla geçinen on iki aile olurdu, bu bütün çevre köylerde durum öyle idi.
Özellikle başta koyun çobanı olmak üzere, çobanlık zor bir meslekti, karşılığı da zamanın cevheri buğday olurdu, bir hayvan başına iki ölçek ( 13 Kğ ) buğday olurdu, Koyun çobanına başka şeylerde verilirdi, örneğin her on koyundan birinin yünü çobanın olurdu, İlk baharda Koyun süt alma ( Bêrî ) zamanında kadınlar sıra ile çobanlara kahvaltı adı altında sıra ile güzel yemekler getirirdiler, koyun çobanına senede bir sefer olmak üzere koyun başına harçlık denen bir parada verilirdi.
Bu çobanlığın birde süresi vardı, tüm çobanların süresi Bizim yöreye göre Yazın bitimi Sonbaharın başlangıcı çobanlığında ilk günü olurdu ( Xılasık ), Rumi takvime göre Eylül ayının on üçü yaz biter, On dördün de Sonbahar başlar, o gün tüm çobanlar hayvanları köy meydanına toplar herkesin hayvanını kendilerine teslim edilirdi, birkaç gün kaçamak yaptıktan sonra genelde aynı kişiler tekrar çobanlığına dönerlerdi, buda o kaçamak günlerde köylünün sıra ile hayvanlarını güderlerdi.
Yaz aylarının yorucu işlerinden çıkan bizlere buda zor olurdu.
Birinci Dünya savaşından sonra Lübnan ve Suriye Fransa’nın mandasına geçmişti, Fransalılar bu ülkeler de 1945 yıllara kadar kalıp sonra Ülkeleri sahiplerine teslim edip gittiler.
Ama burada önemli bir ayrıntı Fransa hem Suriye hem de Lübnan’ı ekonomik açıdan epey kalkındırmıştı, peşlerinde bir bolluk bırakıp gittiler.
Türkiye birinci Dünya savaşından yenik çıkmıştı üstelik Osmanlı hanedanı yıkılıp yerine Cumhuriyet kuruldu, her yer harap olmuştu kalkınmak için zamana ihtiyaç vardı.
Şimdi Suriye bir adımlık yer ve her şey var, hem de çok ucuz, yöredeki fakir halk bundan neden faydalanmasın.
İşte Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra insanlarımız oraya hücum ettiler. Devletten kaçanlar, birkaç kuruş kazanma uğruna ticaret yapanlar, Binhat dediğimiz Suriye halk için bir can simidi, bir sığınma yeri olmuştu, nasıl olmasın ki, A den Z ye her şey, elbise, çay, akla gelen tüm ihtiyaçlar orada var, bir Örnek Batman Rafinesi 1954 te açıldı, o zamana kadar, Lambalara konan gazyağı da Katır sırtında oradan gelirdi.
Benim hatırladığım 1960 li yıllarda, Midyat’taki Dedelerimin göç ettiği köyden bize gelen akrabalarımız, yanlarında katır veya at yüklü eşyalar getirirdiler, gündüzün bir kişi yolları gözlerdi, asker var mı yok mu, gece olunca pazarlama çok daha iyi olurdu, Kaçakçıların getirdikleri mallar çok hoşumuza giderdi, çünkü biz böyle şekli değişik sigara paketleri, güzel kokulu ürünler, kadınların başına taktığı koloslar, bellerine bağladıkları kemerlere kadar, bu şekilde teknolojik ürünler görmemiştik
Devlet bunu engellemeye çalışıyordu, sınıra Mayın konuldu, Karakollar inşa edildi, ağır cezalar uygulandı. Mayınlı tarlada bacağı kopanlar, serseri mayınla can verenler, yakalanıp eşyalarına el konanlar, yıllarca hapis yatanlar, ama hiçbir şey bu aç halkı durdurmadı, ta ki Türkiye ekonomik açıdan Suriye’yi geride bırakana kadar.
Suriye ve Lübnan devletleri Fransa mandasında, kalkınmada iyi bir ivme kazandılar, şöyle ki günlük ihtiyaçların neredeyse tümü kaçakçılık yapan kişilerin elli ile “Bınhat” dediğimiz Suriye den temin ediliyordu. Devlet bu kaçakçılık olayına çok sıkı önlem almasına rağmen, önünü alınamıyordu, çünkü halk perişan, Suriye bir adımlık yer orada her şey var.
Bunlardan biriside daha çok erkekler tarafından içilen tütün ve yaprağı idi, bunun için Kolçi denilen bugünkü bekçilere benzer bir libas ve yapıları vardı, atlara binip köy köy gezerler, bazen de Şehrin girişlerinde köylülerin geleceği yollarda pusu kurarlardı.
Her meslekte nam salmış ünlü kişiler olduğu gibi, burada da Siirtli Fikri efendinin ismi ilk akla gelen kişi idi.
Fikri efendi tek görevi köylülerin içtiği kaçak tütün, tütün yerli olsa dahi, çünkü devlet yasa çıkarmış her kes Tekel sigarası içecek, Fikri efendi atına biner köy köy dolaşır, yaklaştığı köylüler birbirlerine haber verirler, tütünü saklayın Fikriye Kolçi geliyor, köylüler onu, oda bütün köylüleri tanırdı, kimin tütün ektiğini, kimin içtiğini de çok iyi biliyordu.
Fikri Efendi Siirtli bir Arap’tı, iri yâri şişman bir insandı, Siirt şivesi ile Kürtçe konuşurdu, sevecen lafları, yaptığı esprilerle tanınırdı, gözünden de bir şey kaçmazdı. Köylüler kendilerine göz yumulması için Atına arpa kendisine güzel yemekler hazırlardı, fakat o biraz iş yapayım diye birkaç kişiye makbuz karşılığı ceza keserdi.
Fikri efendinin müşterilerini beklediği birde Şehir varoşları vardı, Köylerden gelen her kesi tanır ve bilirdi, Büyüklerimiz de buna karşı bir yöntem gelişmişlerdi, yedi sekiz yaşlarındayım köyümüz yaya olarak Batmana bir saat kadardır, Babam bir gün gel oğlum benimle Batmana geleceksin, sevinçten uçacaktım, Şehrin girişine vardık, babam Tütün tabakasını cebime koydu oğlum dedi falan yere kadar bizden ayrı git orada bekle.
Meğerki babam beni Fikri efendiyi atlatmak için şehre getirmiş.
Bu kasrın ana bölümü şu an tamamen bir müze halindedir, Adıyaman depremi sırasın da duvarlarda çatlaklar oluşmuş ama yıkılacak bir durumda değildir.
Kasrın ikinci bölümü, ana Kasrın güneyinde kalır, uzunluk aynıdır, o biraz daha dardır, son senelerde ihtiyaç için biraz ilaveler yapılmış “L” şeklindedir. Orası da şu an herhangi bir aile ye ev sahipliği yapmıyor.
Fakat aşiret tüm Misafirlerini orada ağırlıyor. Kanepe ve koltuklarla döşenmiş misafir odası biraz ince ve uzundur. Başta Kasrın Mimari Hüseyin Kenco olmak üzere ailenin ileri gelenlerin bireylerin fotoğrafları orda sergileniyor.
Kasrın ikinci bölümün, alt ve iç tarafından Duvarlarda oyuklar açarak atlarını orada hem yiyecek hem su ihtiyacını görmüşler, öyle bir tertip ki dışarda bu atlara bırakın saldırmayı görüntüsünü bile görünmez bir şekildir, çünkü at onlar için her şeydir.
Bu gün de biz oraya misafiriz, balkonda otururken, arkamız Suriye tarafı, ön tarafta geniş bir düzlükten sora Mardin, Diyarbakır arası sıra dağlar.
Bu bölge zaten tamamen düzlüktür o balkonda oturup uçsuz bucaksız bu araziyi seyir etmek çok zevklidir, insanları derin hayallere iter, insan o zaman his ettiğini kendisi de bir anlam vermez, o güzelliğe o kadar dalmışım ki, manzara beni büyülemiş, peş peşe içtiğim çayların sayısını unuttum.
Beriye dediğimiz bu geniş topraklar, geçmişte hem yakın hem uzak zamanda çok olaylara tanık etmiş, şu an sessiz sedasız uzanıp gidiyor, son senelerde suyun bölgeye akması ayrı bir renk, gelecek bakımında bir umut vaat ediyor.
Allah Kasra Hüseyin Kenco’ya uzun ömürler versin. O tarihin içinde sahiplerine çok hizmet etmiş, nice misafirler ağırlamış ne babayiğitler orada yetişmiş, yolda kalanların konaklama yeri olmuş, bir çok düğün ve olaylara ev sahipliği yapmış.
Bu gün de, aile onun adı ile anılıyor, onlar için bir miras bir kültür bir tarihtir.