Televizyon ekranlarından yine tanıdık bir senaryoyu izliyoruz dostlar. Hani o eski Yeşilçam filmlerinde olur ya; kimin öleceği, kimin kalacağı bellidir. Film boyunca bir kaos yaşanır, sonra bir polis sireni duyulur ve sahne Venedik'le biter, her şey yerine oturur. İran, Amerika ve İsrail hattında yaşananlar da bundan farksız değil. İnsan hakları örgütleri, Avrupa Birliği, uluslararası anlaşmalar… Hepsi birer figüran misali kenarda kaldı, olaylar "oldu bittiye" getirildi. Vurulan vuruldu, şimdi herkes sanki hiçbir şey olmamış gibi kendi köşesine çekiliyor.
Bu filmi daha önce Irak'ta, Suriye'de, Gazze'de, Afganistan'da defalarca izledik. Benim için şu an yaşanan İran-Amerika-İsrail gerilimi de bilindik bir sondu. Ve bu saatten sonra herkes anladı ki, Gazze için artık yapacak hiçbir şey kalmadı. O masum insanlar orada sürülecek ve Gazze, İsrail topraklarına katılacak. Tıpkı Türk filmlerinin bilindik sonu gibi, bu da ne yazık ki kesinleşmiş bir gerçek.
Atalarımız ne güzel söylemiş: "Büyük balık küçük balığı yutar." Yüzyıllar geçse de bu kuralın değişmediğini acı bir şekilde tecrübe ediyoruz. Gelişmiş ülkeler, etraflarındaki diğer ülkelerin gelişmesini asla istemezler. Ne ekonomik kalkınmalarını isterler ne de kendi ayakları üzerinde durmalarını. Her zaman kendilerine muhtaç, bağımlı kalmalarını tercih ederler.
Daha anlaşılır bir dille ifade edeyim: Bir mahalleye açılan devasa bir gross marketi düşünün. Binlerce çeşit ürün getirir, yerel bakkalları, manavları, züccaciyeleri birer birer kapatmaya başlar. Mahalle halkı da ister istemez artık sadece o gross marketten alışveriş yapmak zorunda kalır. Tabii gross markette veresiye yoktur, her şey nakittir. "Parayı veren düdüğü çalar" misali, parası olmayan bekleyecek ya da o markette çalışmak zorunda kalacaktır. Gelişmiş ülkelerin sistemi budur ve her zaman aynı taktiği kullanırlar, ne yazık ki başarılı da olurlar.
Yukarıda da belirttiğim gibi sevgili dostlar, Gazze için artık yapacak bir şey yok. İran da nükleer tesislerinin vurulmasıyla pek de bir seçeneği kalmamış durumda, anlaşmaktan başka. İsrail ise "Ben Amerika'nın Ortadoğu'daki karakoluyum ve kuralları ben koyarım" diyerek konumunu net bir şekilde ortaya koydu.
Şimdi kim Müslüman, kim Hristiyan diye düşünmenin bir önemi kalmadı. Önemli olan tek şey, dış politikamızı sağlam bir zemine oturtmak, iç siyasette güçlü durmak ve kendimizi her türlü senaryoya hazırlamak. Başka çaresi yok. Bu bir korkaklık değil, aksine akılcı bir yaklaşımdır. Korkması gerekenler biz değiliz. Ne petrolümüz, ne doğalgazımız, ne de başka değerli bir kaynağımız var. Böyle zenginliklere sahip olanlar düşünsün. Bizim ülke olarak rotamız belli, yapacaklarımız belli. Kendi hedefimizde, gelişmeye devam edeceğiz.
Biz bir NATO üyesiyiz. Ortadoğu ve Asya'daki tek NATO ülkesi olmamızın avantajını sonuna kadar kullanmalıyız ve kullanıyoruz da. Gördüğünüz gibi, savaş asla bir çözüm değil. Savaşmak yerine aklımızı ve zekamızı kullanmalıyız. Çalışmalı, üretmeli ve siyasetimize çeki düzen vermeliyiz. Hepsi bu!
Ülkemiz için korkulacak, endişelenecek hiçbir şey yok arkadaşlar. Biz barıştan yanayız, huzurdan yanayız ve bu duruşumuzu her seferinde bütün ülkelere açıkça ifade ediyoruz. Kimsenin bir karış toprağında gözümüz olmadığı gibi, kimseye de bir karış toprağımızı vermeyiz. Ha, olur da bir gün oklar bize dönerse diye bir düşünceniz varsa, şunu unutmayın: Korkunun ecele faydası yok. Bizim savaşçı ruhumuzu herkes bilir, elimiz armut toplamıyor yani... No panik!